Ana içeriğe atla

Tüketicinin Kaymakamlıklardaki Adaleti Uzaklaşıyor mu?

Ticaret Bakanlığı, tüketici hakem heyetlerini (THH) "güçlendirmek" amacıyla yeni bir düzenlemeye gittiğini duyurdu. Bakanlığın resmi terminolojisi "yeniden yapılandırma"; ancak bu adım, tüketici örgütleri ve kamuoyunun önemli bir kesiminde "kapatma" ve "erişim engeli" olarak yankılandı.

Bakanlık, 19 büyükşehirde 45 ilçe heyetinin artık karar merci olmayacağını, bu noktaların başvuru ve irtibat bürosu olarak hizmete devam edeceğini açıkladı. Kararlar, artık sadece il merkezlerindeki yetkili heyetlerde alınacak. Sunulan gerekçe ise, bürokratik bir bakış açısıyla son derece makul görünüyor: ihtisaslaşma (uzmanlaşma), uygulama birliği ve karar alma süreçlerini hızlandırma.

Peki, kâğıt üzerinde "verimlilik" ve "kalite" vaat eden bu adım, tüketicinin gündelik hayatındaki adalet arayışını nasıl etkileyecek? Teori ile sahadaki gerçeklik birbiriyle örtüşecek mi?

Teori: Uzmanlaşma ve Tutarlı Kararlar

Hiç şüphe yok ki, THH sisteminin mevcut yapısında kalite ve tutarlılık sorunları vardı. Yıllardır aynı il sınırları içinde, birbirine komşu iki ilçenin benzer bir hukuki soruna taban tabana zıt kararlar verebildiğini gözlemliyorduk. Bir heyetin "ayıplı" dediğine diğerinin "kullanıcı hatası" diyebildiği bu "karar tutarsızlığı", hukuki öngörülebilirliği zedeliyordu.

Bakanlığın sunduğu teoriye göre, karar mekanizmasının merkezileştirilmesi bu dağınıklığı bitirecek. Daha az sayıda heyet, daha yoğun bir dosya hacmiyle çalışacak. Bu durum, raportörlerin ve heyet üyelerinin belirli teknik alanlarda (örneğin karmaşık bankacılık sözleşmeleri, mesafeli satışlar veya dijital hizmet ayıpları) uzmanlaşmasına olanak tanıyabilir. Daha uzman bir heyetin, daha kaliteli ve hukuken daha sağlam kararlar üreteceği varsayılıyor. Bakanlığın "güçlendirme" hedefi de tam olarak bu.

Ancak, madalyonun bir de diğer yüzü var ve bu yüz, teoriden çok daha somut, çok daha "fiziksel".

Gerçeklik: Dijital Başvuru, Fiziksel Adalet

6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun'un temel ruhu; vatandaş için en kolay, en hızlı, en masrafsız ve en erişilebilir adalet mekanizmasını yaratmaktı. THH'ler, vatandaşın soğuk adliye koridorlarına girmeden, "kaymakamlığa gider gibi" hakkını arayabildiği yegâne yerdi.

Şimdi, İstanbul'un Silivri ilçesindeki bir vatandaşın veya Antalya'nın Alanya ilçesindeki bir turistin yaşadığı sorunu düşünün. Karar mercii artık kilometrelerce ötedeki il merkezi.

Bu noktada, düzenlemeyi savunanların ilk ve en güçlü görünen itirazı yükselecektir: "Ama başvurular artık e-devlet üzerinden yapılabiliyor, fiziksel erişime ne gerek var?"

Bu, hukuki süreci bir form göndermekten ibaret sanan teknokratik ve sığ bir bakış açısını yansıtır. Evet, başvuru dijitaldir; ancak adaletin tecellisi fizikseldir.

E-devlet, tüketicinin ayıplı olduğunu iddia ettiği koltuğu il merkezindeki heyete taşımaz. E-devlet, Alanya'daki tüketicinin Antalya merkezdeki duruşmasına katılması için yol izni veya masrafı karşılamaz. E-devlet, bozuk olduğunu iddia ettiğiniz televizyonu inceleyecek bilirkişinin lojistiğini sağlamaz.

Ya heyet, dosyayı dijital olarak incelemeyi yeterli görmeyip ayıplı ürünü bizzat görmek isterse? Ya tarafları dinlemeye karar verirse? Tüketici, 200 liralık bir ürün için 400 liralık yol masrafı yapıp, bir tam gününü feda ederek il merkezine gidecek mi?

Dahası, toplumun dijital okuryazarlık seviyesi bir yana, "adalet kapısı"nı hâlâ kaymakamlıktaki görevliye derdini yüz yüze anlatmak olarak gören binlerce vatandaş için bu yeni "irtibat büroları" ne kadar işlevsel kalacaktır?

İşte tehlike tam burada başlıyor: caydırıcılık.

Adalete erişim zorlaştığında, maliyetli hale geldiğinde veya psikolojik olarak "uzaklaştığında", vatandaş hak aramaktan vazgeçer. Düşük bedelli uyuşmazlıklarda "bu kadar uğraşmaya değmez" psikolojisi hakim olur. Bu durum, satıcılar ve hizmet sağlayıcılar üzerinde tüketici lehine oluşan görünmez "denetim baskısını" da ortadan kaldırır. Yani, "nasılsa şikâyet edemez" rahatlığı başlar.

İş Yükü ve Bürokratik "Emniyet Sübabı"

Bakanlığın, "iş yükü artarsa, onayımızla yeni heyetler kurulabilir" şeklindeki esneklik vaadi de maalesef pratik bir çözüm sunmuyor. Bu, sorunu önleyici değil, tepkisel çözme vaadidir.

45 heyetin dosya yükünün mevcut il heyetlerine devredilmesi bir "ihtimal" değil, 1 Ocak 2026'da yaşanacak kesin bir sonuçtur. İş yükü patlaması yaşandıktan sonra harekete geçecek bürokratik bir mekanizma, o süreçte sistemin kilitlenmesiyle mağdur olan binlerce tüketiciye derman olmayacaktır.

Sonuç: Denge Kaybı

Tüketici koruma sistemi, erişilebilirlik ile karar kalitesi arasında hassas bir denge üzerine kuruludur. Bakanlığın yeni düzenlemesi, "karar kalitesi" ve "bürokratik verimlilik" lehine, tüketicinin en temel hakkı olan "adalete erişim" aleyhine bu dengeyi bozma riski taşımaktadır.

İhtisaslaşma şarttır, ancak bunun yolu heyetleri kapatıp adaleti vatandaştan uzaklaştırmak olmamalıdır. Belki de çözüm, ilçe heyetlerini kapatmak değil, bu heyetleri kendi içlerinde belirli konularda (bankacılık, dijital, turizm vb.) ihtisas birimlerine ayırarak güçlendirmek olabilirdi.

Unutulmamalıdır ki, bir hakka erişim, o hakkın kendisi kadar kutsaldır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

G20 İçinde Türk Hukuk Piyasası: Mesleğin Ekonomik Çıkmazı

Her avukat, her hukuk fakültesi öğrencisi ve mesleğe yeni adım atmış her genç, son yıllarda giderek ağırlaşan rekabeti ve daralan ekonomik alanı derinden hissediyor. Büro giderleri, müvekkil bulma zorluğu gibi günlük endişeler, aslında çok daha büyük ve temel bir sorunun günlük hayata olan yansımaları. G20 ülkelerinin hukuk piyasalarını karşılaştırmak için yaptığım araştırma, bu hissiyatı somut verilerle ortaya koyuyor ve Türkiye'deki avukatların içinde bulunduğu durumu çarpıcı bir netlikle tanımlıyor: Türk avukatlığı, " yüksek rekabet, düşük fırsat " olarak özetlenebilecek bir baskı alanında faaliyet gösteriyor. Bu durum, iki temel veriye dayanıyor: Piyasadaki avukat yoğunluğu ve her avukata düşen ekonomik pazarın küçüklüğü. Sorun 1: Popülist Politikalar ve Kontrolsüzce Artan Rekabet Türkiye, avukatlık hizmetleri piyasası doygunluğu açısından G20'nin en rekabetçi ülkelerinden biri. Ülkemizde her bir avukata sadece 461 kişi düşüyor. Bu oran, bizi ABD, Birleşik Kr...

Sabahattin Ali Yaşasaydı Türk Edebiyatı Nereye Evrilirdi?

Edebiyat tarihi genellikle yazılanlar üzerinden okunur; ancak bazen yazılamayanlar , kütüphaneler dolusu kitaptan daha ağır bir gölge bırakır. Sabahattin Ali ’nin 1948’deki trajik ölümü, Türk edebiyatı için yalnızca biyolojik bir kayıp değil, düşünce dünyamızda derin bir inkıta anlamına gelir. O, sadece başarılı öyküler yazan bir edip değil; Türkçenin anlatı imkânlarını " köy gerçekçiliği " ile "şehirli melankoli" arasında kurduğu köprüyle genişleten bir isimdi. Bu yazı, Sabahattin Ali’nin yarım bırakılan hayat çizgisini boş bir varsayım alanı olarak değil; edebiyatımızın kaybettiği sosyolojik ve psikolojik imkânları yeniden düşünmek için bir inceleme zemini olarak ele alıyor. O karanlık sınır aşılabilseydi, Türk edebiyatının akışı hangi yeni yönlere kırılırdı? 1. Dilin Kristalleşmesi: Yalınlıktan Varoluşsal Sancıya Sabahattin Ali’nin edebiyat yolculuğuna bakıldığında, dilinin Kuyucaklı Yusuf ’taki epik anlatıdan Kürk Mantolu Madonna ’daki içsel monologlara doğr...

Hakkında

Bu blog sayfası Şamil Demir'in çeşitli mecralarda yayınlanmış olan yazılarının arşividir. Bu sitenin başka bir amacı yoktur. Şamil Demir 1997 yılında Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesinden, 2011 yılında Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk yüksek lisans programından mezun olmuştur. 1998 yılından beri Ankara Barosuna kayıtlı avukattır. 2013 yılından beri Adalet Bakanlığı Arabuluculuk Siciline kayıtlı arabulucudur. İngilizce bilmektedir. Evli, bir çocuk babasıdır.