Ana içeriğe atla

Kutsal Emanet: Musa'nın Asası

Topkapı Sarayı’nın en gizemli, manevi ağırlığı en yüksek bölümü şüphesiz Mukaddes Emanetler dairesidir. Has Oda’nın loş sükûneti içinde, asırlar boyunca imparatorlukların kaderine tanıklık etmiş objeler sessizce durur. Romanım Musa Peygamber üzerine çalışırken birkaç defa gittiğim odada uzun uzun seyrettiğim, Hz. Musa’ya izafe edilen o ince, kuru dal parçası gözümün önüne gelir.

Pek çok okurun ve tarih meraklısının zihninde aynı soru dönüp duruyor: Bu asa gerçek mi, yoksa sembolik, temsili bir dal parçası mı?

Bir yazar ve araştırmacı olarak cevabım tek cümleye sığmıyor. Çünkü bu sorunun iki ayrı dünyası var: biri tarih ve madde, diğeri hafıza ve inanç:

Tarihin ve İnancın Yolculuğu

Öncelikle şunu netleştirmek gerekir: Topkapı Sarayı’ndaki asa, müze dekoru niyetiyle sonradan üretilmiş modern bir kopya değildir. Geleneğe göre bu emanet, Yavuz Sultan Selim’in 1517’deki Mısır Seferi’nin ardından İstanbul’a getirilen ve daha önce Memlükler ile Abbasiler döneminde de “Musa’nın Asası” olarak muhafaza edilen kadim bir hatıradır.

Yani karşımızdaki nesne, en azından yüzyıllardır İslam dünyasının “O” olduğuna inanarak hürmet ettiği bir miras zincirinin bugüne ulaşmış halkasıdır. Bu hâliyle asa, yalnızca bir parça ağaç değil; kuşakların birbirine devrettiği büyük bir inanç anlatısının somut halidir.

Fiziksel Gerçeklik ve Beklentiler

Zihnimizdeki Musa imgesi çoğu zaman modern görsel anlatıların etkisiyle şekillenir. Devasa, budaklı, heybetli bir kütük bekleyenler Topkapı’da şaşırabilir. Çünkü camekânın içindeki asa, yaklaşık 122 cm uzunluğunda, ince, koyu renkli ve son derece sade bir ağaç parçasıdır. Gösterişsizdir; hatta tam da bu gösterişsizlik, peygamber anlatılarının iç ritmiyle garip bir uyum taşır.

Peki arkeolojik açıdan, bu dal parçasının geçmişinin binlerce yıl öncesine uzanması mümkün mü? Ahşap gibi organik bir malzemenin özel korunma koşulları olmaksızın bu kadar uzun süre bozulmadan kalması güç görünüyor. Ayrıca kamuya açık bir yaş tayini bilgisi bulunmuyor. Çünkü bu tür emanetler, çoğu zaman laboratuvar merakının nesnesi olmaktan çok, hürmetin ve dokunulmazlık duygusunun alanında duruyor.

Hakikatin Öteki Yüzü: Rivayet ve Hafıza

İşte burada sorunun ikinci yüzü başlıyor.

Asanın hangi yıla ait olduğu, elbette tarihsel merakın meşru bir sorusu. Fakat asanın yüzyıllar boyunca Mısır’dan İstanbul’a uzanan manevi yolculuğu, onun etrafında örülen kolektif hafıza ve hürmet, başka bir hakikat katmanını oluşturuyor. Bu katmanda “gerçeklik”, yalnızca moleküler yaşla ölçülmüyor; inancın taşıdığı anlamla da örülüyor.

Romanımı kaleme alırken asanın fiziksel özelliklerinden çok, bu temsil gücüne yaklaştım. Çünkü mucize, kuru bir dalın maddesinde değil; o dala yönelen iradede, o iradenin çağrısına teslimiyette saklıdır.

Son Söz

Topkapı Sarayı’ndaki ince dal parçası, ister Kızıldeniz’i yaran asanın kendisi olsun, isterse asırlar önce ona duyulan hürmetle aynı makama yerleştirilmiş başka bir hatıra… Bize fısıldadığı mana değişmiyor:

En büyük saltanatlar ve taş saraylar zamanın önünde çözülür; ama inanç, bazen incecik bir dalın gölgesinde binyılları aşar.

Bugün Topkapı, bir imparatorluğun yaşayan merkezi değil; tarihimizin en güçlü hafıza mekânlarından biri. İşte bu yüzden, o asa artık yalnızca eski bir “devletin kalbi”nin değil, bir medeniyet anlatısının hatırlama biçiminin içinde duruyor. Belki de asıl mucize, tam burada: Bir dal parçasının, zamanın gürültüsüne rağmen hâlâ bu kadar derin bir mesaj taşıması.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

G20 İçinde Türk Hukuk Piyasası: Mesleğin Ekonomik Çıkmazı

Her avukat, her hukuk fakültesi öğrencisi ve mesleğe yeni adım atmış her genç, son yıllarda giderek ağırlaşan rekabeti ve daralan ekonomik alanı derinden hissediyor. Büro giderleri, müvekkil bulma zorluğu gibi günlük endişeler, aslında çok daha büyük ve temel bir sorunun günlük hayata olan yansımaları. G20 ülkelerinin hukuk piyasalarını karşılaştırmak için yaptığım araştırma, bu hissiyatı somut verilerle ortaya koyuyor ve Türkiye'deki avukatların içinde bulunduğu durumu çarpıcı bir netlikle tanımlıyor: Türk avukatlığı, " yüksek rekabet, düşük fırsat " olarak özetlenebilecek bir baskı alanında faaliyet gösteriyor. Bu durum, iki temel veriye dayanıyor: Piyasadaki avukat yoğunluğu ve her avukata düşen ekonomik pazarın küçüklüğü. Sorun 1: Popülist Politikalar ve Kontrolsüzce Artan Rekabet Türkiye, avukatlık hizmetleri piyasası doygunluğu açısından G20'nin en rekabetçi ülkelerinden biri. Ülkemizde her bir avukata sadece 461 kişi düşüyor. Bu oran, bizi ABD, Birleşik Kr...

Sabahattin Ali Yaşasaydı Türk Edebiyatı Nereye Evrilirdi?

Edebiyat tarihi genellikle yazılanlar üzerinden okunur; ancak bazen yazılamayanlar , kütüphaneler dolusu kitaptan daha ağır bir gölge bırakır. Sabahattin Ali ’nin 1948’deki trajik ölümü, Türk edebiyatı için yalnızca biyolojik bir kayıp değil, düşünce dünyamızda derin bir inkıta anlamına gelir. O, sadece başarılı öyküler yazan bir edip değil; Türkçenin anlatı imkânlarını " köy gerçekçiliği " ile "şehirli melankoli" arasında kurduğu köprüyle genişleten bir isimdi. Bu yazı, Sabahattin Ali’nin yarım bırakılan hayat çizgisini boş bir varsayım alanı olarak değil; edebiyatımızın kaybettiği sosyolojik ve psikolojik imkânları yeniden düşünmek için bir inceleme zemini olarak ele alıyor. O karanlık sınır aşılabilseydi, Türk edebiyatının akışı hangi yeni yönlere kırılırdı? 1. Dilin Kristalleşmesi: Yalınlıktan Varoluşsal Sancıya Sabahattin Ali’nin edebiyat yolculuğuna bakıldığında, dilinin Kuyucaklı Yusuf ’taki epik anlatıdan Kürk Mantolu Madonna ’daki içsel monologlara doğr...

Hakkında

Bu blog sayfası Şamil Demir'in çeşitli mecralarda yayınlanmış olan yazılarının arşividir. Bu sitenin başka bir amacı yoktur. Şamil Demir 1997 yılında Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesinden, 2011 yılında Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk yüksek lisans programından mezun olmuştur. 1998 yılından beri Ankara Barosuna kayıtlı avukattır. 2013 yılından beri Adalet Bakanlığı Arabuluculuk Siciline kayıtlı arabulucudur. İngilizce bilmektedir. Evli, bir çocuk babasıdır.