Sabahattin Ali’nin yazdıklarında mekân, insanın kaderine dokunan bir el gibidir. Köyde bu el serttir; toprağın taşını, yazın sıcağını, kışın ayazını insana doğrudan hissettirir. Kasabada ise aynı el, insanın omuzuna daha ince ama daha ağır bir yük bırakır. Kağnı öyküsü ile Kuyucaklı Yusuf romanının yan yana okunuşu, bu görünmez elin insanın üzerine nasıl farklı şekillerde çöktüğünü gösterir.

I. Köydeki Açık Yaralar: Kağnı’nın Acısı
Kağnı, köyün meydanında yaşanan çıplak bir haksızlığın hikâyesidir. Sarı Mehmet’in anası, hem oğlunun ölümünü hem de kendisine yapılan zulmü taşıyan bir kadındır. Bu felaket, gizli bir iş değildir; herkesin gözü önünde olur. Köy yerinde kötülük kestirmeden gelir:
Bir memurun hoyratlığı, bir köylünün sahipsizliği, bir annenin çaresizliği.
Kağnının tekerinden çıkan o yorucu, bitmeyen gıcırtı, yağsız bir milin sesi olmaktan çıkar; sanki kadının içindeki acı, yol boyunca toprağa sürünür. Ses uzaklaştıkça köyün bütün suskunluğu büyür.
O suskunluk, bir kabullenişin değil, derdin söyleyecek yer bulamayışının sesidir.
Burada acı, tarlanın taşları kadar gerçektir. Yazarın aradığı da budur: örtüsüz, süslenmemiş bir Anadolu hakikati.
II. Kasabadaki Gizli Çatlaklar: Yusuf’un Dünyası
Kuyucaklı Yusuf ise aynı acının başka bir yüzünü önümüze getirir. Bu kez mekân Edremit’tir. Zeytinliklerin arasındaki bu kasaba, köy gibi tek bir yaranın değil; birçok küçük kötülüğün birleştiği bir yer olur.
Yusuf, annesi ve babası gözü önünde öldürülmüş bir çocuk olarak Kaymakam tarafından himaye edilir; ama o evde bile tam anlamıyla “içeride” sayılmaz. Hem evin içindedir hem dışındadır. Kasabayı da böyle görür: içine girdiği ama kendisine kapalı duran bir dünya.
Kasabada haksızlık, köydeki gibi bir anda gelmez.
Kökü görünmezdir; sarmaşık dalları sessizce yayılır.
Bir memurun imzasında, bir komşunun sözlerinin altında, eşrafın küçük hesaplarında dolaşır. Yusuf’un karşısında sadece Şakir yoktur; onun arkasında duran, sessizce işleyen kasaba düzeni vardır. Bu düzen, insanı bir anda yıkmaz; insanın nefesini ağır ağır keser.
Sabahattin Ali burada başka bir gerçeği gösterir:
Köyde zulüm açık bir darbe ise, kasabada aynı zulüm ince ince örülmüş bir ağdır.
III. Ortak Yön: Onurlu Direncin İki Hâli
İki eserin birbirine bağlandığı yer, yazarın insana bakışıdır.
Sabahattin Ali’nin makbul gördüğü tavır, “kötülüğe bulaşmayan” o namuslu dirençtir.
Kağnı’daki ana, oğlunun ölüsünün başında konuşmaz. Sesi çıkmaz. Ama bu sessizlik, acıya boyun eğiş değildir; insanın yıkılmadan ayakta durma çabasıdır.
Yusuf’un sessizliği de böyledir. Kasabanın içten içe çürüyen havasına karşı, o bozulmayan iç sükûnetini korur. Yumruğunu sıkınca etraftaki kimse duymaz ama o sıkılı yumruk, romanın bütün ağırlığını taşır.
Biri kederin, diğeri öfkenin sessizliğini taşır.
Ama ikisi de aynı toprağın insanıdır:
Haksızlığa karşı kimi zaman sıkışmış bir kabin çaresizliğiyle kimi zaman dimdik dururlar.
IV. Sonuç: Aynı Kökten Çıkan İki Ayrı Ses
Kağnı, Kuyucaklı Yusufun taslağı değildir; bir ön alıştırması hiç değildir.
Ama iki metin, aynı kaynaktan su içen iki ayrı ırmak gibidir.
Köydeki zulüm, tek bir haneyi çökerten bir felaket olarak görünür.
Kasabadaki zulüm ise bütün bir toplumun havasını bozan bir tortu halindedir.
Köyde acı “vurur.”
Kasabada acı “boğar.”
Ama acının kaynağı aynıdır:
Gücü elinde tutanın merhametsizliği.
Sabahattin Ali bize şunu söyler:
Mekân değişse de insanın kaderi kalbi aynı yerden aynı yerden sızlatır.
Bir kağnının gıcırtısından, genç bir adamın sessiz öfkesine uzanan o yol, Anadolu’nun asırlardır değişmeyen gri yüzünü zihnimize taşır.

I. Köydeki Açık Yaralar: Kağnı’nın Acısı
Kağnı, köyün meydanında yaşanan çıplak bir haksızlığın hikâyesidir. Sarı Mehmet’in anası, hem oğlunun ölümünü hem de kendisine yapılan zulmü taşıyan bir kadındır. Bu felaket, gizli bir iş değildir; herkesin gözü önünde olur. Köy yerinde kötülük kestirmeden gelir:
Bir memurun hoyratlığı, bir köylünün sahipsizliği, bir annenin çaresizliği.
Kağnının tekerinden çıkan o yorucu, bitmeyen gıcırtı, yağsız bir milin sesi olmaktan çıkar; sanki kadının içindeki acı, yol boyunca toprağa sürünür. Ses uzaklaştıkça köyün bütün suskunluğu büyür.
O suskunluk, bir kabullenişin değil, derdin söyleyecek yer bulamayışının sesidir.
Burada acı, tarlanın taşları kadar gerçektir. Yazarın aradığı da budur: örtüsüz, süslenmemiş bir Anadolu hakikati.
II. Kasabadaki Gizli Çatlaklar: Yusuf’un Dünyası
Kuyucaklı Yusuf ise aynı acının başka bir yüzünü önümüze getirir. Bu kez mekân Edremit’tir. Zeytinliklerin arasındaki bu kasaba, köy gibi tek bir yaranın değil; birçok küçük kötülüğün birleştiği bir yer olur.
Yusuf, annesi ve babası gözü önünde öldürülmüş bir çocuk olarak Kaymakam tarafından himaye edilir; ama o evde bile tam anlamıyla “içeride” sayılmaz. Hem evin içindedir hem dışındadır. Kasabayı da böyle görür: içine girdiği ama kendisine kapalı duran bir dünya.
Kasabada haksızlık, köydeki gibi bir anda gelmez.
Kökü görünmezdir; sarmaşık dalları sessizce yayılır.
Bir memurun imzasında, bir komşunun sözlerinin altında, eşrafın küçük hesaplarında dolaşır. Yusuf’un karşısında sadece Şakir yoktur; onun arkasında duran, sessizce işleyen kasaba düzeni vardır. Bu düzen, insanı bir anda yıkmaz; insanın nefesini ağır ağır keser.
Sabahattin Ali burada başka bir gerçeği gösterir:
Köyde zulüm açık bir darbe ise, kasabada aynı zulüm ince ince örülmüş bir ağdır.
III. Ortak Yön: Onurlu Direncin İki Hâli
İki eserin birbirine bağlandığı yer, yazarın insana bakışıdır.
Sabahattin Ali’nin makbul gördüğü tavır, “kötülüğe bulaşmayan” o namuslu dirençtir.
Kağnı’daki ana, oğlunun ölüsünün başında konuşmaz. Sesi çıkmaz. Ama bu sessizlik, acıya boyun eğiş değildir; insanın yıkılmadan ayakta durma çabasıdır.
Yusuf’un sessizliği de böyledir. Kasabanın içten içe çürüyen havasına karşı, o bozulmayan iç sükûnetini korur. Yumruğunu sıkınca etraftaki kimse duymaz ama o sıkılı yumruk, romanın bütün ağırlığını taşır.
Biri kederin, diğeri öfkenin sessizliğini taşır.
Ama ikisi de aynı toprağın insanıdır:
Haksızlığa karşı kimi zaman sıkışmış bir kabin çaresizliğiyle kimi zaman dimdik dururlar.
IV. Sonuç: Aynı Kökten Çıkan İki Ayrı Ses
Kağnı, Kuyucaklı Yusufun taslağı değildir; bir ön alıştırması hiç değildir.
Ama iki metin, aynı kaynaktan su içen iki ayrı ırmak gibidir.
Köydeki zulüm, tek bir haneyi çökerten bir felaket olarak görünür.
Kasabadaki zulüm ise bütün bir toplumun havasını bozan bir tortu halindedir.
Köyde acı “vurur.”
Kasabada acı “boğar.”
Ama acının kaynağı aynıdır:
Gücü elinde tutanın merhametsizliği.
Sabahattin Ali bize şunu söyler:
Mekân değişse de insanın kaderi kalbi aynı yerden aynı yerden sızlatır.
Bir kağnının gıcırtısından, genç bir adamın sessiz öfkesine uzanan o yol, Anadolu’nun asırlardır değişmeyen gri yüzünü zihnimize taşır.
Yorumlar