Ana içeriğe atla

Suret ve Hakikat: Hz. İsa'nın "Beyazlaşan" Çehresi

Zihninizde "Hz. İsa" dendiğinde beliren imgeyi bir yoklayın. Muhtemelen gözünüzün önüne; omuzlarına dökülen kumral dalgalı saçları, hüzünlü ama berrak mavi gözleri, süt beyazı teni ve ince hatlarıyla, adeta bir Rönesans tablosundan fırlamış o "tanıdık" sima geliyor.

Peki, bu imgenin tarihsel bir hakikatten ziyade, yüzyıllara yayılan kültürel bir inşa ve Batı'nın kendi narsisistik aynasındaki bir yansıma olduğunu söylesem?


Tarihsel veriler ile sanatsal tahayyül arasındaki makas, belki de hiçbir figürde Hz. İsa'da olduğu kadar açılmamıştır. Celileli bir beşerin, nasıl olup da Avrupalı bir ikona dönüştüğünün izini sürmek, sadece bir sanat tarihi okuması değil, aynı zamanda hakikatin nasıl eğilip büküldüğüne dair bir ibret vesikasıdır.

Coğrafyanın Söylediği: Beşer Olarak İsa

Tarihin tozlu sayfalarını aralayıp miladi birinci yüzyılın Kudüs ve Celile sokaklarına indiğimizde, karşımıza çıkan manzara kilise duvarlarındaki o steril fresklerden çok başkadır. İsa, bir Romalı veya Cermen değildi. O, bu coğrafyanın; Ortadoğu'nun, zeytin ağaçlarının ve kızgın güneşin çocuğu idi.

Adli antropologların ve tarihçilerin üzerinde uzlaştığı portre, bizi romantik ve batılı hayallerden uyandıracak kadar gerçektir: Güneşin altında alnının teriyle çalışmaktan kavrulmuş esmer bir ten, o coğrafyanın genetik mirasını taşıyan kıvırcık siyah saçlar, gür bir sakal ve karakteristik, güçlü bir Ortadoğulu yüz hattı... O, kalabalık bir pazar yerinde yürüdüğünde, onu Süryani veya diğer yerel halktan ayıracak hiçbir fiziksel alametifarikaya sahip değildi. İnsanüstü bir ışık huzmesiyle dolaşmıyordu. Öyle ki, tarihsel kayıtlara geçen o meşhur ihanet sahnesinde dahi, onu yakalamak isteyenlere İsa'nın hangisi olduğunu göstermek için özel bir işaret gerekmişti. Eğer o, tasvirlerdeki gibi kalabalıklardan ayrışan "beyaz ve nurlu" bir figür olsaydı, bu işarete gerek kalır mıydı?

O, yiyen, içen, yorulan ve yeryüzünde vakur bir tevazu ile yürüyen bir insandı. Hakikat buydu.

İkonların Yükselişi: Roma'nın Güç Gösterisi

İsa'nın "beyazlaşma" ve beşerî vasıflarından koparılma serüveni, siyasi erkin müdahalesiyle hız kazandı. Başlangıçta basit bir çoban gibi resmedilen figür, Roma'nın resmi ideolojisiyle tanışınca başkalaşım geçirdi. Roma, saygı duyduğu figürü bir "kul" gibi değil, bir "imparator" gibi görmek istiyordu. Böylece İsa'nın üzerindeki o mütevazı giysiler çıktı, yerine imparatorluk moru kaftanlar giydirildi; duruşu otoriterleşti, siması "Romalılaştı". Bu, hakikatin üzerinin örtülüp, gücün estetiğinin başladığı ilk kırılmaydı.

Rönesans Aynasında Narsisizm

Ancak asıl büyük kopuş, sanatın kalbi İtalya'da, Rönesans ile yaşandı. Da Vinci, Michelangelo ve Rafael gibi ustalar, "ideal güzelliği" ararken modellerini kendi çevrelerinden seçtiler. O dönemin Avrupa estetik algısında "makbul" olan, "beyaz ve Avrupalı" olandı.

Bu dönemle ilgili sanat tarihçilerinin fısıldadığı, oldukça manidar bir iddia da vardır: Bugün zihinlere kazınan o meşhur İsa simasının, aslında dönemin en güçlü figürlerinden biri olan Cesare Borgia'dan ilhamla çizildiği söylenir. Batı, Doğulu bir peygamberi resmederken bile, aslında kendi suretine, kendi prensine ve kendi güç algısına bakıyordu. Milyonlarca insan yüzyıllardır, bir peygamberi düşündüğünü sanırken, aslında İtalyan bir asilzadenin suretini seyrediyordu.

Modern Dokunuş ve Hakikatin Yitimi

Zaman ilerleyip sanat kuzeye kaydıkça, İsa da "kuzeylileşti". Rembrandt ve Dürer'in fırçalarında ten rengi daha da açıldı, gözler renklendi. Ve nihayet 20. yüzyılda, Amerikalı ressam Warner Sallman, "Head of Christ" tablosuyla son noktayı koydu. Arkadan vuran ışıkla parlayan, İskandinav görünümlü, son derece yumuşak yüzlü bu portre, modern dünyanın "resmi" algısı haline geldi. Sinema endüstrisi de bu estetiği benimseyince, o esmer tenli, nasırlı ellere sahip tarihsel gerçeklik, hafızalardan neredeyse tamamen silindi.

Aynadaki Yanılsama

Tarihsel İsa'nın "beyazlaştırılması", masum bir sanatsal tercih değil, derin bir kültürel asimilasyondur. Batı toplumu, kendisine gönderilen mesajın özüne odaklanmak yerine, elçiyi kendi suretine benzeterek onu "mülk edinme" yolunu seçmiştir. Avrupalı sanatçı, Ortadoğulu bir "öteki"ne değil, aynada gördüğü surete hayranlık duymuştur.

Bugün, o "sarışın" imgenin arkasındaki esmer, vakur ve bizden biri olan o beşeri hatırlamak; sadece tarihi bir hakkı teslim etmek değildir. Aynı zamanda, suretlerin ve ikonların perdesini aralayıp, meselenin şekil değil, öz olduğunu; elçinin "ilah" değil, hakikatin ta kendisini taşıyan bir "insan" olduğunu kavramak adına atılmış kıymetli bir adımdır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

G20 İçinde Türk Hukuk Piyasası: Mesleğin Ekonomik Çıkmazı

Her avukat, her hukuk fakültesi öğrencisi ve mesleğe yeni adım atmış her genç, son yıllarda giderek ağırlaşan rekabeti ve daralan ekonomik alanı derinden hissediyor. Büro giderleri, müvekkil bulma zorluğu gibi günlük endişeler, aslında çok daha büyük ve temel bir sorunun günlük hayata olan yansımaları. G20 ülkelerinin hukuk piyasalarını karşılaştırmak için yaptığım araştırma, bu hissiyatı somut verilerle ortaya koyuyor ve Türkiye'deki avukatların içinde bulunduğu durumu çarpıcı bir netlikle tanımlıyor: Türk avukatlığı, " yüksek rekabet, düşük fırsat " olarak özetlenebilecek bir baskı alanında faaliyet gösteriyor. Bu durum, iki temel veriye dayanıyor: Piyasadaki avukat yoğunluğu ve her avukata düşen ekonomik pazarın küçüklüğü. Sorun 1: Popülist Politikalar ve Kontrolsüzce Artan Rekabet Türkiye, avukatlık hizmetleri piyasası doygunluğu açısından G20'nin en rekabetçi ülkelerinden biri. Ülkemizde her bir avukata sadece 461 kişi düşüyor. Bu oran, bizi ABD, Birleşik Kr...

Sabahattin Ali Yaşasaydı Türk Edebiyatı Nereye Evrilirdi?

Edebiyat tarihi genellikle yazılanlar üzerinden okunur; ancak bazen yazılamayanlar , kütüphaneler dolusu kitaptan daha ağır bir gölge bırakır. Sabahattin Ali ’nin 1948’deki trajik ölümü, Türk edebiyatı için yalnızca biyolojik bir kayıp değil, düşünce dünyamızda derin bir inkıta anlamına gelir. O, sadece başarılı öyküler yazan bir edip değil; Türkçenin anlatı imkânlarını " köy gerçekçiliği " ile "şehirli melankoli" arasında kurduğu köprüyle genişleten bir isimdi. Bu yazı, Sabahattin Ali’nin yarım bırakılan hayat çizgisini boş bir varsayım alanı olarak değil; edebiyatımızın kaybettiği sosyolojik ve psikolojik imkânları yeniden düşünmek için bir inceleme zemini olarak ele alıyor. O karanlık sınır aşılabilseydi, Türk edebiyatının akışı hangi yeni yönlere kırılırdı? 1. Dilin Kristalleşmesi: Yalınlıktan Varoluşsal Sancıya Sabahattin Ali’nin edebiyat yolculuğuna bakıldığında, dilinin Kuyucaklı Yusuf ’taki epik anlatıdan Kürk Mantolu Madonna ’daki içsel monologlara doğr...

Hakkında

Bu blog sayfası Şamil Demir'in çeşitli mecralarda yayınlanmış olan yazılarının arşividir. Bu sitenin başka bir amacı yoktur. Şamil Demir 1997 yılında Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesinden, 2011 yılında Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk yüksek lisans programından mezun olmuştur. 1998 yılından beri Ankara Barosuna kayıtlı avukattır. 2013 yılından beri Adalet Bakanlığı Arabuluculuk Siciline kayıtlı arabulucudur. İngilizce bilmektedir. Evli, bir çocuk babasıdır.