Sabahattin Ali’nin metinlerini okurken şaşırtıcı bir durumla karşılaşırız: Yazarın dili sade, berrak ve neredeyse konuşma doğallığında akar; fakat bu yalınlığın arasına zaman zaman öyle kelimeler serpişir ki, okurun zihni küçük bir eşikte takılır. “İstihfaf” kelimesi de bu eşiklerden biridir.
Bugünün kulağı için “sert”, “eski” ve “yabancı” tınılı bu sözcük, Ali’nin sayfalarında hiç azımsanmayacak bir sıklıkla karşımıza çıkar. Üstelik anlamı olan küçümseme, hafife alma, değersizleştirme bir kez unutulunca yeniden hatırlamak için sözlüğe dönmek gerekir. Bu tekrar, okuma akışında ince bir yorgunluk yaratır. Dilin su gibi aktığı bir metinde, ansızın içine düşülen çakıllı bir dere yatağı gibidir.
Peki, sade diliyle bilinen bir yazar neden böyle bir kelimeyi özellikle kullanır?
Bunun ilk nedeni, “küçümseme” sözcüğünün Ali’nin zihnindeki duyguyu tam karşılamamasıdır. “İstihfaf”, yalnızca bir tavrı değil, aynı zamanda bir toplumsal mesafe hissini taşır. Hem sınıf farkını, hem hor görme refleksini, hem de karakterin içindeki sızıyı aynı anda duyurur. Ali’nin anlattığı dünyada yoksullar, memurlar, kasaba eşrafı, kırılgan aşklar, ezilenlerin sessiz isyanı gibi bir tonlamaya karşılık gelen kelime çoğu zaman tam da budur.
İkinci neden, onun yazdığı yılların dil iklimidir. 1930’ların ve 40’ların Türkçesi, bugünkü gibi arınmış ve sadeleşmiş değildir. Yalınlığa yönelmek bir tercihtir; fakat eski yazı dilinin kalıntıları hâlâ dolaşımdadır. Ali, dili basitleştirirken bile, zamanın ortak söz varlığından tümüyle kopmuş değildir. “İstihfaf” da o yılların insanına bize geldiği kadar uzak değildi.
Üçüncü neden ise edebî tercihtir. Kelime yalnızca anlam taşımaz; bir atmosfer, bir ruh hali de taşır. “İstihfaf”, özellikle sessiz ve içten içe incitici olan bir küçümsemeyi işaret eder. Karakterin üzerine sinen görünmez bir gölge gibi. Kelimenin sesi bile bir tür soğukluk barındırır. Ali’nin metinlerinde bu gölge çoğu zaman toplumsal bir hiyerarşinin, bir haksızlığın, bir iç sarsıntının başlangıç noktasıdır.
Yine de okur olarak yorulmakta haklıyız. Dil değişir; bazı kelimeler önce anlamlarını korur, sonra seslerini kaybeder. Bugün “istihfaf”, güncel Türkçenin oldukça kıyısında kalmış bir sözcüktür. Okur, onu her seferinde yeniden çözmek zorunda hisseder.
Bazen insanın aklına şu türden hayalî bir iletişim gelir:
“Keşke zamanlar arası bir mesaj hattı olsaydı da Sabahattin Ali’ye, ‘Üstat, şu istihfaf çok yoruyor,’ diyebilseydim.”
Belki böyle bir hat olsaydı, Ali bana şöyle cevap verirdi:
“Bazı kelimeler okurun zihninde küçük bir çizik bırakmak içindir. Eğer yoruyorsa, kelime değil, onun gösterdiği dünya yoruyordur.”
Dil dediğimiz şey, yalnızca bir iletişim aracı değildir; bir çağın ruhunu taşır. Bazı kelimeler o ruhun izi gibidir. “İstihfaf” da tam olarak böyle bir izdir: Okura ait olmayan ama anlatılan dünyanın derinliklerine ait bir tını.
Yine de, bu kelimenin ağırlığını hissedip “yeter artık” deme hakkı okura aittir. Çünkü bir metnin sesini belli ölçüde içimizde biz yaratırız; her okuma, yazara eşlik eden yeni bir zaman katmanı demektir.
Sabahattin Ali’nin dili bugün hâlâ canlıysa, bunun nedeni belki de tam olarak budur:
Sade görünür ama insanın iç dünyasındaki karmaşayı, sızıyı, gururu ve kırılganlığı tam yerinden yakalayan kelimeler seçer.
Kimi zaman “göz” kadar berrak, kimi zaman “istihfaf” kadar dikenli.
Her ikisi de yazarı yazar yapan ama bir yandan da okuru hazırlıksız yakalayan o büyük insani alanın parçalarıdır.
Ve belki de Ali’nin dili, tam da bu yüzden hâlâ bize dokunmaya devam eder.

Yorumlar