Sabahattin Ali’nin öyküleri denince, çoğu okurda aynı his belirir: Gerçeğin kendisinin yansıdığı berrak bir göl. Kırlangıçların kanat çırpışı kadar doğal, bir köylü kadının iç çekişi kadar derin, bir çocuğun şaşkınlığı kadar sahici bir Türkçedir onunki. Yaşamı olduğu gibi alır, insanın iliklerine yerleştirir ve oradan konuşur. Ama bir öyküsü vardır ki, bu büyük ormanın içinden sivrilen bir ağaç gibi ayrılır: “Kurtarılamayan Şaheser.”
Bu öyküyü diğerlerinden ayıranlar
1. “Hayatın içinden” değil, “yazarın içinden” konuşur: Kırlangıçlar, Ses, Kağnı ve Yeni Dünya hayatın kendisine şahitlik eder. İnsan, çamur, ses, yoksulluk, kırgınlık. Sabahattin Ali bütün ustalığıyla insanın nabzına kulak verir. “Kurtarılamayan Şaheser”de Ali parmağını kendi nabzının üzerine koymuştur. Bu yüzden metin “yaşanmış bir acı” değil; “yaratılamamış bir eser” acısı taşır. Okura belki gerçek bir insanın değil ama gerçek bir yaratım sancısının hikâyesi sunulur.
2. Dil berrak değil; kasıtlı olarak bulanıktır: Sabahattin Ali’nin dili genelde kristal gibidir. Burada ise kristal değil, buğulanmış bir cam gibidir. Okur, camı koluyla silmek ister ama o buğu hiç dağılmaz. Buğunun kendisi öyküdür çünkü. Yazarın içindeki karmaşa, okura da sirayet eder.
3. İroni, ilk kez bu kadar keskindir: Ali’nin diğer öykülerinde ironi, çoğu zaman toplumun acımasız gerçekliğini hafifçe aralayan bir çizgidir. Burada ise ironi doğrudan yazara yönelir: Sansasyon bekleyen sanatçı tipine, bahanelere sığınan yaratıcıya, “yarın mükemmel yazacağım” diyen iç sese. Bu öykü, Sabahattin Ali’nin kendisiyle kavga ettiği metindir.
4. Alegori, çıplak gerçek ile hesaplaşır: Değirmen’deki şiirsel alegori burada yoktur. Buradaki alegori daha keskin, daha kişisel: “Sanatçının kendi kendini baltalaması.” Bir metni yazamadığı her an, yazar kendi göğsüne küçük bir çizik daha atar. Ve bu çizikler toplandığında ortaya çıkan şey tam da şudur: Kurtarılamayan bir hayat parçası.
Öykünün okurda yarattığı his:
‘İnsanın kendi çukuruna baktığında oluşan ürperti’ “Kırlangıçlar” okuyanı ferahlatır; göğün altından geçer gibi bir his verir. “Yeni Dünya” insanın adaletsizlik karşısındaki iç sızısını kabartır. “Ses” insanı çırılçıplak bırakır; hem masum hem yalnız hissettirir. “Kurtarılamayan Şaheser” ise bir tokat atar: Kendini görmeye zorlar. Okur, bir anda Sabahattin Ali’nin değil, kendi yarım kalmış metinlerinin, kendi ertelediği hayallerin, kendi “bir gün olur” yalanlarının karşısında bulur kendini. Bu yüzden öykü, okuru rahatlatmaz. Tam tersine bir iç daralması yaratır: Bir şeyi yapabilecekken yapmamanın yükü. Bir fikri çok sevip onu hep yarınlara ertelemenin utancı. Sanatçının en büyük düşmanının aslında kendisi olduğuna dair o acı farkındalık. Sabahattin Ali bunu ilk kez bu kadar çıplak söyler. Ve bu çıplaklık öyküyü değil, okuru huzursuz eder.
Sabahattin Ali’nin külliyatının yüzündeki tek çizik
“Kurtarılamayan Şaheser”, onun evreninde bir sapma değildir; daha çok evrenin ortasında açılmış küçük bir çatlak gibidir. Ama o çatlak, göreni içine çeker. Çünkü o çatlak, insanın kendi kırılganlığıdır. Yazdığını zannedip yazamamak, hissettiğini bilip söyleyememek, mükemmeli beklerken iyi olanı heba etmek… Sabahattin Ali bu öyküde hayatın değil, sanatçının yakasına yapışır. O yüzden etkisi diğerlerinden daha sessiz, daha içe kapanık, daha sancılıdır. Okur, öyküyü bitirdiğinde bir hikâye okumuş gibi değil, kendi iç defterini açmış gibi olur.

Yorumlar