Edebiyat tarihi genellikle yazılanlar üzerinden okunur; ancak bazen yazılamayanlar, kütüphaneler dolusu kitaptan daha ağır bir gölge bırakır. Sabahattin Ali’nin 1948’deki trajik ölümü, Türk edebiyatı için yalnızca biyolojik bir kayıp değil, düşünce dünyamızda derin bir inkıta anlamına gelir. O, sadece başarılı öyküler yazan bir edip değil; Türkçenin anlatı imkânlarını "köy gerçekçiliği" ile "şehirli melankoli" arasında kurduğu köprüyle genişleten bir isimdi.
1. Dilin Kristalleşmesi: Yalınlıktan Varoluşsal Sancıya
Sabahattin Ali’nin edebiyat yolculuğuna bakıldığında,
dilinin Kuyucaklı Yusuf’taki epik anlatıdan Kürk Mantolu Madonna’daki
içsel monologlara doğru evrildiği görülür. Bu, basit bir üslup değişikliği
değil, yazarın insanı kavrayış biçimindeki derinleşmenin yansımasıdır.
Yaşamayı sürdürseydi, muhtemelen Türk edebiyatında
1950’lerde başlayacak olan Bunalım Edebiyatı’nı ve varoluşçu etkileri, çok daha
erken ve yerli bir dille kuracaktı. Sait Faik’in anlık durum hikâyeleriyle
yaptığı devrimi, Sabahattin Ali roman formunda, olay örgüsüyle harmanlayarak
yapacaktı. Dili, süslerden arındıkça düşünce yükü artan, tam anlamıyla kristalleşmiş
bir yapıya bürünecekti.
Muhtemelen Camus veya Sartre’ın Avrupa’da tartıştığı
"yabancılaşma" temasını, o Anadolu insanının sessizliği üzerinden,
bizden bir dille anlatacaktı.
2. Toplumsal Hafızanın Kayıp Halkası: Birey ve Leviathan
Bir hukukçu titizliğiyle incelendiğinde, Sabahattin Ali’nin
metinlerinde devletin, bireyin karşısında bazen aşılmaz bir duvar, bazen de
öğütücü bir çark olarak konumlandığı görülür. Hayatının son yıllarındaki
mahkeme koridorları, tutuklanmalar ve takip edilme hissi, onun kaleminde
Kafkaesk bir atmosfere dönüşmek üzereydi.
Eğer yazabilseydi, 1950-1970 arası Türk romanı, sadece
"ağa-köylü" çatışmasına sıkışmayacaktı. Sabahattin Ali, kasaba
burjuvazisi ile devlet aygıtı arasındaki o görünmez uyumsuzluğu, bireyin
karşısında devasa bir aygıta dönüşen Leviathan’ın soğuk yüzünü yazacaktı.
Onun olası yeni romanları, suçun sadece failde değil, faili
yaratan ve onu köşeye sıkıştıran sistemin çarklarında arandığı başyapıtlar
olabilirdi. Dostoyevski’nin Raskolnikov’u varsa, bizim de Sabahattin Ali
kaleminden çıkma, sistemle vicdanı arasında ezilen bir anti-kahramanımız
olacaktı.
3. Bir "Sürgün Edebiyatı" İhtimali: Berlin’de
Bir Türk Yazarı
Sabahattin Ali, Bulgaristan sınırını kaçak yolla geçmeye
çalışırken öldürülmeyip karşı tarafa ulaşabilseydi ne olacaktı?
Avrupa’ya, özellikle de Almanya’ya ulaşması, Türk edebiyatı
için henüz adı konmamış bir türün, "Sürgün Edebiyatı"nın doğumu
olacaktı. Ancak bu, 1960’larda Sirkeci’den kalkan trenlerle giden işçilerin
edebiyatından farklı olurdu. Sabahattin Ali, entelektüel bir sürgün olarak,
Stefan Zweig’ın hüznüyle Nazım Hikmet’in memleket hasretini birleştiren bir
sentez yaratacaktı.
Kürk Mantolu Madonna’daki Raif Efendi’nin gençlik
Berlin’i değil; II. Dünya Savaşı sonrası yıkılmış, bölünmüş ve grileşmiş bir
Berlin… Sabahattin Ali, harabeler arasında kendi lisanını arayan, kimliği ikiye
bölünmüş modern insanın trajedisini yazacaktı. Bu, Türk romanının "ulusal"
sınırları aşıp "evrensel" bir boyuta, planlanandan otuz yıl önce
geçmesi demekti.
4. Psikolojik Arkeoloji: "Yok Sayılma"nın
Romanı
Sabahattin Ali’nin son mektupları ve yazıları
incelendiğinde, ruhunda biriken tortunun "yalnızlık"tan ziyade
"anlaşılmamak" ve "yok sayılmak" olduğu görülür. Bu duygu
durumu, edebiyatın en verimli toprağıdır.
Olası bir olgunluk dönemi eseri, büyük ihtimalle
"kötülüğün sıradanlığı" üzerine kurulacaktı. İyilerin neden
kaybettiğini, kötülerin ise neden bu kadar rahatça yükseldiğini anlatan;
ajitasyona kaçmadan, sadece insan ruhunun karanlık dehlizlerinde fener
dolaştıran bir metin…
Biz bugün İçimizdeki Şeytan’ı konuşuyoruz; ancak o
yaşasaydı, belki de "Dışımızdaki Sessizlik" diyebileceğimiz,
toplumun suça ortak olan suskunluğunu ifşa eden o büyük romanı okuyor olacaktı.
Sonuç: Tamamlanmamış Bir Senfoni
Sabahattin Ali’nin kaybı, sadece bir yazarın ölümü değildir;
Türkçenin düşünce evreninde akmak üzere olan bir pınarın kurumasıdır. O, köyü
kente, Doğuyu Batıya, bireysel ıstırabı toplumsal eleştiriye bağlayan o hassas teyel
ipliğiydi.
İplik koptu.
Bugün onun metinlerini okurken hissettiğimiz o buruk tat,
sadece hikâyelerin hüzünlü sonlarından kaynaklanmıyor. Asıl hüzün, bu kalemin
ulaşacağı ustalığın zirvesini, o zirveden bize neyi, nasıl anlatacağını asla
bilemeyecek olmamızdandır. Sabahattin Ali yaşasaydı, kütüphanemizdeki
"Türk Romanı" rafı bugün çok daha ağır, çok daha derin ve evrensel
bir yük taşıyor olacaktı.

Yorumlar