Ana içeriğe atla

Musa Peygamber'in Hayatını Romanlaştırmak

Bir okur ve bir inanan olarak zihnimde ve kalbimde uzun süredir dönüp duran, beni rahatsız eden bir boşluk vardı. Ne zaman Hz. Musa’nın o muazzam, o epik ve ibret dolu hayatını okumak istesem, kendimi iki uçurumun arasında buluyordum.


Bir yanda; fazlasıyla akademik, kuru, olayların ruhunu ve psikolojik derinliğini ıskalayan, sadece kronolojik bilgi veren didaktik eserler... Diğer yanda ise; Batı menşeli, Hollywood soslu, görselliği güçlü ama hakikati tahrif eden, peygamberlik vakarını zedeleyen, bizim inanç dünyamıza ve kaynaklarımıza tamamen yabancı kurgular...

Kendi kendime şu soruyu sordum: "Neden bizim edebiyatımızda, İslami perspektiften yazılmış, Kur’an ve Sünnet çizgisine sadık ama aynı zamanda edebi lezzeti yüksek, sürükleyici, derli toplu bir Musa Peygamber romanı yok?"

İşte bu rahatsızlık, beni sadece bir okur olmaktan çıkarıp, bu ağır yükün altına girmeye, yani yazmaya itti.

Katı Kaynak Hiyerarşisi

Bu romana başlarken üzerimde hissettiğim sorumluluk, kendime katı bir "Kaynak Hiyerarşisi" belirlememe neden oldu. Bu, benim anayasamdı:

  1. Kur’an-ı Kerim: Tartışmasız ilk ve en üst merci. Ayetlerin çizdiği sınırların dışına asla çıkılmayacak.

  2. Sahih Hadisler: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sahih rivayetleri, olayların detaylandırılmasında ikinci ana kaynak olacak.

  3. Muteber Tarih Kaynakları: Taberi, İbn Kesir gibi İslam tarihçilerinin süzgecinden geçmiş rivayetler.

Amacım; modern ideolojilerin, anakronik yorumların ve şahsi kurguların gölgesinden kurtarılmış, "otantik" bir Hz. Musa portresi çizmekti. Eserdeki her diyalog, her sahne ve her duygu analizi, işte bu sağlam temeller üzerine inşa edildi.

Firavun Dışarıda Değil, İçimizde

Bu romanı yazarken gördüm ki; Hz. Musa’nın hikâyesi sadece M.Ö. 1300’lerde Mısır çöllerinde yaşanmış bitmiş bir olay değil. Firavun, sadece bir kralın unvanı değil; içimizdeki kibrin, "ben" diyen nefsin adı. Kızıldeniz, önümüze çıkan engellerin; Tîh Çölü ise kendimizi bulmak için kaybolduğumuz o zorlu yalnızlıkların adı.

Musa Peygamber romanı, sadece tarihi bir macera değil; zulme karşı adaletin, esarete karşı özgürlüğün ve en karanlık anda bile "Rabbim benimledir, O bana bir yol gösterecektir" diyebilen sarsılmaz imanın destanıdır.

Ve Şimdi: Yayınlanmanın Eşiğinde

Aylar süren araştırmalar, uykusuz geceler, kelime kelime işlenen kurgu ve defalarca yapılan revizyonların ardından, bugün büyük bir heyecan içindeyim.

Romanım, yayın dünyasına ilk adımını attı. ISBN numarası alındı, yayıneviyle sözleşmemiz imzalandı ve şu an kapak tasarımı ve dizgi aşamasındayız. Çok yakında, matbaa makinelerinin o kendine has kokusu arasında, "Musa Peygamber" kitabının ete kemiğe bürünmüş haliyle raflardaki yerini alacağını bilmek, tarifsiz bir mutluluk.

Temennim odur ki; bu eser, okuyucunun kalbinde de benim hissettiğim o boşluğu doldursun. Musa’nın asası, sadece denizi değil, nefislerimizin karanlığını da yarmaya vesile olsun.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

G20 İçinde Türk Hukuk Piyasası: Mesleğin Ekonomik Çıkmazı

Her avukat, her hukuk fakültesi öğrencisi ve mesleğe yeni adım atmış her genç, son yıllarda giderek ağırlaşan rekabeti ve daralan ekonomik alanı derinden hissediyor. Büro giderleri, müvekkil bulma zorluğu gibi günlük endişeler, aslında çok daha büyük ve temel bir sorunun günlük hayata olan yansımaları. G20 ülkelerinin hukuk piyasalarını karşılaştırmak için yaptığım araştırma, bu hissiyatı somut verilerle ortaya koyuyor ve Türkiye'deki avukatların içinde bulunduğu durumu çarpıcı bir netlikle tanımlıyor: Türk avukatlığı, " yüksek rekabet, düşük fırsat " olarak özetlenebilecek bir baskı alanında faaliyet gösteriyor. Bu durum, iki temel veriye dayanıyor: Piyasadaki avukat yoğunluğu ve her avukata düşen ekonomik pazarın küçüklüğü. Sorun 1: Popülist Politikalar ve Kontrolsüzce Artan Rekabet Türkiye, avukatlık hizmetleri piyasası doygunluğu açısından G20'nin en rekabetçi ülkelerinden biri. Ülkemizde her bir avukata sadece 461 kişi düşüyor. Bu oran, bizi ABD, Birleşik Kr...

Sabahattin Ali Yaşasaydı Türk Edebiyatı Nereye Evrilirdi?

Edebiyat tarihi genellikle yazılanlar üzerinden okunur; ancak bazen yazılamayanlar , kütüphaneler dolusu kitaptan daha ağır bir gölge bırakır. Sabahattin Ali ’nin 1948’deki trajik ölümü, Türk edebiyatı için yalnızca biyolojik bir kayıp değil, düşünce dünyamızda derin bir inkıta anlamına gelir. O, sadece başarılı öyküler yazan bir edip değil; Türkçenin anlatı imkânlarını " köy gerçekçiliği " ile "şehirli melankoli" arasında kurduğu köprüyle genişleten bir isimdi. Bu yazı, Sabahattin Ali’nin yarım bırakılan hayat çizgisini boş bir varsayım alanı olarak değil; edebiyatımızın kaybettiği sosyolojik ve psikolojik imkânları yeniden düşünmek için bir inceleme zemini olarak ele alıyor. O karanlık sınır aşılabilseydi, Türk edebiyatının akışı hangi yeni yönlere kırılırdı? 1. Dilin Kristalleşmesi: Yalınlıktan Varoluşsal Sancıya Sabahattin Ali’nin edebiyat yolculuğuna bakıldığında, dilinin Kuyucaklı Yusuf ’taki epik anlatıdan Kürk Mantolu Madonna ’daki içsel monologlara doğr...

Hakkında

Bu blog sayfası Şamil Demir'in çeşitli mecralarda yayınlanmış olan yazılarının arşividir. Bu sitenin başka bir amacı yoktur. Şamil Demir 1997 yılında Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesinden, 2011 yılında Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk yüksek lisans programından mezun olmuştur. 1998 yılından beri Ankara Barosuna kayıtlı avukattır. 2013 yılından beri Adalet Bakanlığı Arabuluculuk Siciline kayıtlı arabulucudur. İngilizce bilmektedir. Evli, bir çocuk babasıdır.