İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi’nde yaşanan "bacak bacak üstüne atma" krizi, Türk yargısının hukuk ile örf, modernite ile geleneksel saygı kültürü arasındaki sıkışmışlığını bir kez daha gözler önüne serdi. Peki, bir avukatın oturuşu "düzeni bozan" bir eylem mi, yoksa hakimin bilinçaltındaki "Devlet Baba" rolüne bir tehdit mi?
Bu yazıda, söz konusu olayı Hukuk
Muhakemeleri Kanunu (HMK), evrensel duruşma düzeni ve kültürel kodlar ekseninde
değerlendireceğim. Ama önce bu olaya hukuk camiasının verdiği tepkinin nabzını
tutalım:
Grok'a yaptırdığım sosyal medya
analizine göre, olayın kamuoyundaki yansıması da mahkeme salonundaki güç
ilişkilerini doğrulayan bir tablo çiziyor: Son bir haftayı kapsayan yaklaşık 35
anlamlı tepkinin yüzde 74’ü, hâkim ve mübaşirin müdahalesini cinsiyetçi,
mesleki onuru zedeleyici ve yargılamayı gereksiz yere geciktiren bir tutum
olarak niteliyor; azınlıkta kalan destekleyici görüşler ise (%17) mahkeme
salonunu “mutlak ciddiyet ve protokol mekânı” olarak kodlayıp, oturuş biçimini
saygı rejiminin parçası sayıyor. Arada kalan dar bir grup ise (%9), avukatın
maruz kaldığı muameleyi sorunlu bulmakla birlikte, oturuş şeklini “hoş olmayan
ama yaptırımı hak etmeyen” bir davranış olarak tanımlıyor. Bu dağılım,
özellikle hukukçuların ve hak savunucularının sesinin daha görünür olduğu
dijital ortamda, meselenin basit bir görgü tartışması değil; yargı etiği,
cinsiyet eşitliği ve hâkim yetkisinin sınırları bağlamında okunduğunu, benzer
vakalarla birlikte sistematik bir sorun olarak algılandığını gösteriyor.
"Ayıp" Kavramının
Hukukileştirilmesi
Olay anında tutulan tutanak,
yargılama faaliyetinin nasıl kişisel bir ego alanına dönüştürülebileceğinin
belgesi niteliğindedir. Hakimin, avukatın oturuşunu değiştirmemesi üzerine
duruşmaya "Yemek yiyeceğim" diyerek bir saat ara vermesi, yetkinin
bir disiplin aracı olarak değil, bir cezalandırma aracı olarak kullanıldığını
gösteriyor.
Buradaki en kritik kelime
"ayıp"tır. Hukukumuzda "usule aykırı", "disipline
aykırı" gibi terimler varken, hakimin "ayıp" kelimesini seçmesi,
olayı hukuki bir zeminden çıkarıp ahlaki ve kültürel bir zemine çekmektedir.
"Ayıp", Türk kültüründe genellikle yetişkinlerin çocukları hizaya
getirmek için kullandığı bir terbiye etme ifadesidir.
HMK’nın 151. maddesi hakime
duruşma düzenini bozanları menetme yetkisi verir. Ancak sessizce oturan bir
avukatın bacak bacak üstüne atması, duruşmanın ses kaydını, tutanak yazımını
veya tarafların dinlenmesini fiziksel olarak engellemez. Dolayısıyla bu eylemi
HMK 151 kapsamında "düzeni bozucu" saymak, kanunun lafzını zorlayan
aşırı genişletici bir yorumdur.
HMK Madde 79’da geçen "uygun
olmayan tutum ve davranış" ifadesi ise hakimin sübjektif "ayıp"
algısına terk edilemez. Bir davranışın uygunsuz sayılabilmesi için mesleğin
vakarına objektif olarak zarar vermesi gerekir. Yargıtay’ın daha önce
"etek boyu ölçmeye kalkan" hâkim Mehmet Yoylu vakasında verdiği
"hakaret" ve "görevi kötüye kullanma" kararları, yargıcın
avukatın bedenine ve kılığına yönelik keyfi müdahalelerinin hukuki koruma
görmediğini tescillemiştir.
Batı’da Meslekî Konfor,
Hiyerarşik Kültürlerde Beden Dili Hassasiyeti: Biz Neredeyiz?
Türk yargısının bu refleksini
anlamak için yalnızca coğrafyaya değil, güç ilişkilerini belirleyen kültürel
kodlara bakmak gerekir. Türkiye, sıklıkla “Batı–Doğu” ikiliğiyle tarif edilse
de, aslında Batı kaynaklı kanunları, yer yer geleneksel hiyerarşik saygı
anlayışıyla uygulayan hibrit bir yapıdadır.
Batı Yakası / Eşitlikçi Meslek
Kültürü:
Anglo-Sakson hukuk kültüründe
(ABD ve İngiltere), mahkeme salonu fonksiyonel bir çalışma alanıdır. ABD’de
avukatların uzun duruşmalarda bacak bacak üstüne atması, bir
"saygısızlık" değil, ergonomik bir gereklilik veya kişisel bir konfor
arayışı olarak görülür. Hatta bazı duruşma psikolojisi çalışmaları, avukatın
rahat bir beden dili sergilemesinin jüri üzerindeki ikna ediciliğini
artırdığını savunur. İngiliz hukukunda ise yargıca hitap ("My Lord")
ve ayağa kalkma kuralları çok katı olsa da, avukat yerine oturduğunda
bacaklarını nasıl konumlandırdığıyla ilgilenen bir disiplin kuralı yoktur.
Orada esas olan, "mahkemenin zamanını harcamamak" ve
"dürüstlük"tür.
Hiyerarşik Kültürler /
Sembolik İtaat:
Bazı Doğu toplumlarında ise beden
dili, saygı ve itaatin sembolik ifadesi olarak görülür. Örneğin Suudi Arabistan
ve bölgedeki kimi Arap ülkelerinde bacak bacak üstüne atıldığında ayakkabının
tabanının muhataba dönmesi, ağır bir saygısızlık ve meydan okuma olarak
algılanır. Japonya’da ise geleneksel "Seiza" (diz üstü oturuş)
pratiğinden beslenen disiplin anlayışı, mahkemelerde avukatların son derece
ölçülü ve nizami bir beden diliyle deyim yerindeyse “put gibi” oturmasını
bekler; bacak bacak üstüne atmak ise bu bağlamda resmiyeti zedeleyen bir
laubalilik olarak kodlanır.
Türk hakimin "ayıp"
çıkışı, Batı'nın meslekî pragmatizminden ziyade, bu tür hiyerarşik saygı
kültürlerinin etkisinde şekillenmiş, bedene fazla anlam yükleyen sembolik itaat
anlayışına yaslanmaktadır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri, sosyal
kökleri ne kadar karmaşık olursa olsun, modern bir hukuk devletinin yargı
mercileri olarak faaliyet göstermek zorundadır; duruşma salonu da, duruşma
düzeni bozulmadığı sürece, kişisel hassasiyetlere göre yönetilen bir örf
meclisi değil, kanunların uygulandığı kurumsal bir alandır.
"Devlet Baba" ve
"Çocuk Avukat" Sendromu
Bu krizin temelinde yatan
psikososyal durum, hakimlerin kendilerini devletin babacan otoritesi,
avukatları ise terbiye edilmesi gereken "yaramaz çocuklar" olarak
görmesidir. Anadolu örfünde "büyüğün yanında bacak bacak üstüne
atılmaz" kuralı, mahkeme salonuna taşındığında, avukatın "yargının
kurucu unsuru" ve "eşit statüde hukukçu" olduğu gerçeği
buharlaşmaktadır.
Oysa avukat, müvekkilinin
haklarını savunmak için oradadır; hakimin tabi olduğu kültürel kimlik zeminini
tatmin etmek veya beklediği saygı ritüellerini icra etmek için değil. Savunma
makamının, “büyük–küçük” ilişkisiyle değil, “eşit meslektaşlar arası işbölümü”
ile tanımlanması gerekir.
Duruşma salonunda hâkim; avukatın
ebeveyni, hocası ya da terbiyecisi değil, uyuşmazlığı hukuka göre çözen yargı
unsurudur. Bu rol karıştığı anda, avukatın bedeni, oturuşu, hatta bakışı bile
tartışmanın konusu hâline gelmekte; hukuk, yerini davranış polisliğine
bırakmaktadır.
Sonuç: Şekilden Esasa Geçiş
Zorunluluğu
İstanbul Barosu ve hukuk
camiasının bu olaya gösterdiği tepki, sorunun münferit olmadığını kanıtlıyor. Yargı,
cübbelerin iliklenmesiyle veya bacakların hizalanmasıyla değil, kanunların ve vicdanın
doğru hükme vesile olmasıyla saygınlık kazanır.
Altını çizmek gerekir ki; bacak
bacak üstüne atmak, adaletin tecellisine engel değildir. Asıl engel, duruşma
salonunu kişisel bir "saygı tapınağına" dönüştüren,
meslektaşına "ayıp" diyen ve savunma makamını hiyerarşik bir ast
olarak gören zihniyettir. Türkiye'nin hukuki pusulası AİHM içtihatları ve AB
standartları gibi uluslararası normlara işaret ederken, duruşma pratiklerinin,
beden dilini abartılı bir saygı göstergesine dönüştüren kültürel alışkanlıklara
takılıp kalması; yargı reformu tartışmalarının en çarpıcı çelişkilerinden biri
olarak orta yerde durmaktadır.
Gerçek yargı reformu, avukatın oturuşunu değil, hakimlerin otorite anlayışını ve duruşma salonunun güç mimarisini değiştirdiğimiz gün başlayacaktır.

Yorumlar