Ana içeriğe atla

Yapay Zekânın Fırçasından Doğan Sanat: Eser Sahibi Kim?

Geçenlerde bir dostum, "güneşin batmakta olduğu bir İstanbul siluetini Van Gogh tarzında çiz" komutunu yapay zekâya verdi. Saniyeler içinde ortaya çıkan dijital tablo, bir sanat galerisinin duvarında sergilense kimsenin yadırgamayacağı kadar etkileyiciydi. Bu anlık büyülenmenin ardından aklıma bir hukukçu olarak şu kaçınılmaz soru takıldı: Bu eserin sahibi kim? Komutu veren dostum mu, bu komutu işleyip tabloyu yaratan yazılım mı, yoksa o yazılımı geliştiren teknoloji şirketi mi?

Düne kadar bilim kurgu filmlerinin konusu olan üretken yapay zekâ, bugün sanatçılardan mimarlara, yazarlardan reklamcılara kadar tüm yaratıcı endüstrileri kökünden sarsıyor. Bu teknolojik devrimin yarattığı hayranlığın hemen arkasında ise hukuk sistemimizi zorlayan devasa bir bilmece duruyor.

Telif Hukukunun Sarsılan Temelleri: “Hususiyet” Nerede?

Hukuk sistemimizin önemli yeri olan 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FSEK), bir eseri koruma altına alabilmek için onun "sahibinin hususiyetini taşıması" gerektiğini söyler. Bu "hususiyet", eseri yaratan insanın zihinsel çabasını, yaratıcı dokunuşunu, kendine özgü üslubunu ifade eder. Kanun koyucunun 1951 yılında bu tanımı yaparken aklında, tuvalin başında saatlerini geçiren bir ressam, daktilosuyla sabahlara kadar yazan bir romancı vardı. Şüphesiz ki, kodlardan oluşan bir "bilincin" saniyeler içinde sanat üretebileceğini hayal etmemişti.

Bugün yapay zekâ, bilinçli bir yaratım sürecinden ziyade, öğrendiği milyarlarca veriden yola çıkarak olasılıksal desenler oluşturan bir algoritmadır. Bir ruha, bir üsluba veya FSEK'in aradığı anlamda bir "hususiyete" sahip değildir. Bu durumda sahiplik için sahneye üç ana aday çıkıyor:

  1. Kullanıcı (Prompt Mühendisi): İlk akla gelen aday, şüphesiz ki o yaratıcı komutu giren kullanıcıdır. Ne de olsa o "ilk kıvılcımı" ateşleyen, hayal gücünü ortaya koyan odur. Özellikle "prompt mühendisliği" gibi yeni uzmanlık alanları, basit bir cümlenin ötesinde, detaylı ve sanatsal yönlendirmelerle sonuçları şekillendirmeyi içeriyor. Ancak hukukun aradığı "eseri meydana getirme" eylemi, sadece bir fikir beyanından ibaret midir? Kullanıcının tek bir cümlelik katkısı, tüm eserin sahipliğini ona vermeye yeterli midir?
  2. Teknoloji Şirketi: İkinci aday, yapay zekâyı geliştiren teknoloji şirketidir. Milyarlarca dolarlık yatırım ve binlerce mühendisin emeğiyle ortaya çıkan bu sistemin ürettiği her şeyin sahibi kendileri olmalıdır diye düşünebilirler. Nitekim çoğu platformun kullanıcı sözleşmelerinde, üretilen içeriklere dair geniş hakları kendi lehlerine düzenlediklerini görüyoruz. Fakat bu mantık, fırça üreticisinin o fırçayla yapılan tüm tablolarda hak iddia etmesine benzer ki, bu da fikri mülkiyetin doğasına aykırıdır ve tehlikeli bir tekelciliğe kapı aralar.
  3. Kamu Malı: Peki ya en radikal seçenek? Belki de yapay zekânın ürettiği eserler, kimseye ait olmayan, yani "kamu malı" sayılmalıdır. Bu yaklaşım yaratıcılığı demokratikleştirse de bu teknolojiyi kullanarak geçimini sağlamak isteyen profesyoneller için ticari bir güvencesizlik yaratma riski taşır.

Buz Dağının Görünmeyen Yüzü: Veri Etiği ve Sanatçının Dijital Kimliği

Tüm bu tartışmaların temelinde ise daha derin ve etik bir sorun yatıyor: Yapay zekâ, bu eserleri nasıl "öğreniyor"? Bu algoritmalar, internetteki telifli veya telifsiz milyarlarca görsel, metin ve ses dosyasını "eğitim verisi" olarak kullanır. Yani yapay zekânın fırçası, aslında başka sanatçıların eserlerinden damıtılmış verilerden oluşuyor. Şu anda ABD ve Avrupa'da, önde gelen yapay zekâ şirketlerine karşı açılmış ve sonucu merakla beklenen çok sayıda dava bulunuyor. Bu davalar, "eğitim amaçlı kullanımın" telif hakkı ihlali olup olmadığını belirleyecek ve küresel bir emsal teşkil edecektir.

Konunun bir diğer hassas boyutu ise yapay zekânın, yaşayan bir sanatçının kendine özgü, yıllar içinde oluşturduğu tarzını birebir taklit edebilme yeteneğidir. Fikir ve sanat hukuku genel olarak "üslubu" değil, "eserin kendisini" korur. Ancak bir sanatçının imzası niteliğindeki fırça darbelerini veya kompozisyon anlayışını kopyalayan bir yapay zekâ, o sanatçının itibarını ve sanatsal bütünlüğünü tehdit edebilir. Bu durum, "Bu eser gerçekten o sanatçıya mı ait?" sorusunu gündeme getirerek sanat piyasasında bir güven sorununa yol açma potansiyeli taşır.

Sonuç: Hukukun Kaçınılmaz Evrimi

Karşımızdaki mesele, mevcut bir kanuna birkaç madde ekleyerek çözülebilecek basit bir yasal boşluk değildir. Bu, "eser", "sanatçı" ve "yaratıcılık" gibi hukukun en temel kavramlarını yeniden düşünmemizi gerektiren köklü bir sorun alanıdır. Teknoloji o kadar hızlı ilerledi ki, hukuk henüz ona yetişemedi. Yasa koyucuların temel görevi, teknolojik inovasyonu engellemeden, insan yaratıcılığının değerini ve eser sahiplerinin haklarını koruyacak dengeli bir yasal çerçeve oluşturmaktır. Aksi takdirde hukuk, bu yeni çağın kurallarını belirleyen bir rehber olmak yerine, teknolojinin yarattığı fiili durumları çaresizce izleyen bir seyirci konumuna düşme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Hukukun bu teknolojik hıza ayak uydurup uyduramayacağını ise zaman gösterecek.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

G20 İçinde Türk Hukuk Piyasası: Mesleğin Ekonomik Çıkmazı

Her avukat, her hukuk fakültesi öğrencisi ve mesleğe yeni adım atmış her genç, son yıllarda giderek ağırlaşan rekabeti ve daralan ekonomik alanı derinden hissediyor. Büro giderleri, müvekkil bulma zorluğu gibi günlük endişeler, aslında çok daha büyük ve temel bir sorunun günlük hayata olan yansımaları. G20 ülkelerinin hukuk piyasalarını karşılaştırmak için yaptığım araştırma, bu hissiyatı somut verilerle ortaya koyuyor ve Türkiye'deki avukatların içinde bulunduğu durumu çarpıcı bir netlikle tanımlıyor: Türk avukatlığı, " yüksek rekabet, düşük fırsat " olarak özetlenebilecek bir baskı alanında faaliyet gösteriyor. Bu durum, iki temel veriye dayanıyor: Piyasadaki avukat yoğunluğu ve her avukata düşen ekonomik pazarın küçüklüğü. Sorun 1: Popülist Politikalar ve Kontrolsüzce Artan Rekabet Türkiye, avukatlık hizmetleri piyasası doygunluğu açısından G20'nin en rekabetçi ülkelerinden biri. Ülkemizde her bir avukata sadece 461 kişi düşüyor. Bu oran, bizi ABD, Birleşik Kr...

Sabahattin Ali Yaşasaydı Türk Edebiyatı Nereye Evrilirdi?

Edebiyat tarihi genellikle yazılanlar üzerinden okunur; ancak bazen yazılamayanlar , kütüphaneler dolusu kitaptan daha ağır bir gölge bırakır. Sabahattin Ali ’nin 1948’deki trajik ölümü, Türk edebiyatı için yalnızca biyolojik bir kayıp değil, düşünce dünyamızda derin bir inkıta anlamına gelir. O, sadece başarılı öyküler yazan bir edip değil; Türkçenin anlatı imkânlarını " köy gerçekçiliği " ile "şehirli melankoli" arasında kurduğu köprüyle genişleten bir isimdi. Bu yazı, Sabahattin Ali’nin yarım bırakılan hayat çizgisini boş bir varsayım alanı olarak değil; edebiyatımızın kaybettiği sosyolojik ve psikolojik imkânları yeniden düşünmek için bir inceleme zemini olarak ele alıyor. O karanlık sınır aşılabilseydi, Türk edebiyatının akışı hangi yeni yönlere kırılırdı? 1. Dilin Kristalleşmesi: Yalınlıktan Varoluşsal Sancıya Sabahattin Ali’nin edebiyat yolculuğuna bakıldığında, dilinin Kuyucaklı Yusuf ’taki epik anlatıdan Kürk Mantolu Madonna ’daki içsel monologlara doğr...

Hakkında

Bu blog sayfası Şamil Demir'in çeşitli mecralarda yayınlanmış olan yazılarının arşividir. Bu sitenin başka bir amacı yoktur. Şamil Demir 1997 yılında Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesinden, 2011 yılında Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk yüksek lisans programından mezun olmuştur. 1998 yılından beri Ankara Barosuna kayıtlı avukattır. 2013 yılından beri Adalet Bakanlığı Arabuluculuk Siciline kayıtlı arabulucudur. İngilizce bilmektedir. Evli, bir çocuk babasıdır.